Mükemmelin Önündeki En Büyük Bariyer: Negatif Mükemmeliyetçilik

      Sizin de okulda sınavlardan hep en yüksek notu almaya çalıştığınız, yaptığınız bütün işlerin kusursuz olması gerektiğine inandığınız veya "1 gram bile almamalıyım" düşüncesiyle kendinizi aç bıraktığınız zamanlar oluyor mu? Tüm bunlar çoğu zaman zorlayıcı, yorucu ve bir süre sonra tükenmişliğe yol açan aşırılaşmış düşünce ve davranışlar. Günümüzde birçok insan bunlara benzer durumlar yaşıyor ve “Ben mükemmeliyetçiyim, o yüzden hiç hataya tahammülüm yok” ya da “Her şeyin mükemmel olmasını istemek beni başarıya itiyor” gibi cümleler içinde sıklıkla mükemmeliyetçilik kavramını kullanıyor. Çoğunlukla mükemmeliyetçiliğin yalnızca olumlu yanlarına vurgu yapılır. Peki, gerçekten gündelik dilimize yapışan mükemmeliyetçilik kavramı doğru bir şekilde kullanılıyor mu ve her zaman bizim için işlevsel mi?

Mükemmeliyetçilik Nedir?

      Mükemmeliyetçilik, kişinin kendisine ve çevresine yüksek standartlarda hedefler koyması ve bu hedeflere ulaşma çabasını sürdürmesi olarak tanımlanabilir. Mükemmeliyetçilik kişiyi başarıya da götürebilir, hayatının akışını da bozabilir. Hangisinin olacağı, mükemmeliyetçiliğin düzeyine bağlı olarak değişiklik gösterir. Belirli düzeyde işlevsel olan ve kişiye fayda sağlayan pozitif mükemmeliyetçilikte kişi, kendisine ulaşılabilir standartlar koyar, düzenli bir şekilde çalışır ve hedeflediği sonuca ulaşarak tatmin olur. Başarılı olamadığı durumlarda ise kendisine esneklik sağlayarak yeni stratejiler üretir ve kaldığı yerden motive bir şekilde hedefi için çabalamaya devam eder. Başarısızlık yıkıcı olmaz, çünkü kişi kendi değerinin bu hedefi gerçekleştirmeye bağlı olmadığını bilir.

      Negatif (nevrotik) mükemmeliyetçilikte ise kişi kendisine ulaşamayacağı standartlar belirler. Yaptığı her işin kusursuz olması gerektiğine inanır. Belirlediği hedeflere hiç hata yapmamacasına, sözde mükemmel bir şekilde koşarken başkalarının da kendisinin belirlediği yüksek standartlara uymasını bekler. Bu durum, kişinin ikili ilişkilerini ve iş ilişkilerini de olumsuz yönde etkiler. Örneğin, okulda grup arkadaşıyla bir sunum yapacak olan negatif mükemmeliyetçi kişi, arkadaşlarından çok yüksek bir performans bekler. Yaptıkları her hatayı büyütür, eleştirir ve arkadaşını kendi beklentisine uygun olarak çalışmaya zorlar. Kimsenin ödevi onun kadar kusursuz hazırlayamadığını düşünür. En sonunda hem grup arkadaşlarıyla arası açılır hem de tüm görevleri tek başına üstlenmek zorunda kalır. Negatif mükemmeliyetçi kişiler aynı zamanda hem kendilerinin hem de başkalarının onay ve takdirini kazanmak için gereğinden fazla uğraşırlar. Bir hata yaptıklarında veya başarısız olduklarında da eleştirilme korkusundan dolayı aşırı telafi etme davranışı sergilerler. En ufak hataya ve hayal kırıklığına tahammül edemediklerinden dolayı başarısız olmaktan korktukları işlerden kaçınırlar, ertelerler, hatta işlerini yapamaz hale gelirler. Böylece hata yapma ihtimallerini sıfıra düşürdüklerine inanırlar. Fakat hata yapılsa da, bir işe başlamanın başarmanın yarısı olduğu ve hataların da kendini geliştirme yolculuğunda ilk basamak olduğunu fark edemezler. Bu yüzden aslında başlamadan kaybetmiş ve korkularına, kaçınma davranışlarına yenilmiş olurlar.

Mükemmeliyetçi Tutumlar Nereden Geliyor?

1. Mükemmeliyetçi Ebeveynleri Rol Model Almak: Çocukluktan itibaren başta ebeveynlerimiz olmak üzere sürekli insanlarla sosyal bir etkileşim halindeyiz. İlk olarak iletişim kurduğumuz ve rol model aldığımız anne ve babalarımızdan bu süreç boyunca birçok davranış kalıbı öğreniyoruz. Mükemmeliyetçi ebeveynlere sahip çocuklar, ebeveynlerinin hiç hata yapmayan, mükemmel insanlar olduklarını düşünüp, kendileri de onlar gibi olmak isteyip onların davranışlarını taklit edebilirler.

2. Onay Alma İhtiyacı: Hatalarıyla kabul görmeyen, her alanda daima dört dörtlük olması  gerektiği yönünde katı şekilde eleştirilen ve yalnızca ebeveynlerinin beklentisini karşılayabildiğinde sevilen, değer gören, ödüllendirilen çocuklar ailelerinden koşullu kabulü öğrenir. Aldıkları her aferinde veya her eleştiride “Değerli olmak için kusursuz olmam gerekli” düşüncesi ve bunu kendine kanıtlamaya yönelik davranışlar pekişir. Bu çocuklar, yetişkinliklerinde de “Hata yaparsam beni kimse sevmez”, “Bu işi mükemmel yapmazsam patronum beni kovar”, “Sınavdan 100 alamadım, ben ne işe yararım ki?” gibi öz değerlerini tamamen aldıkları tepkilere bağlayan, sürekli onaylanma ihtiyacı hisseden ve eleştiri almaktan korkan bireyler olurlar.

3. Genetik Yatkınlık: Mükemmeliyetçilik yüzde yüz genetik geçişli olmasa da yapılan araştırmalar, bu özelliğin orta düzeyde kalıtımsal geçişli olduğunu göstermektedir. Bu araştırmalardan birinde 1022 tek ve çift yumurta ikizi kadının kişisel standartları, bir işe başlarken şüphe duymaları, hata yapmaya yönelik endişeleri gibi mükemmeliyetçiliklerine dair özellikleri incelenmiştir. Araştırmanın bulgularına göre, üç özellik için de tek yumurta ikizlerinin korelasyonlarının çift yumurta ikizlerine göre daha yüksek olduğu bulunmuştur. Bununla birlikte araştırma, mükemmeliyetçiliğinin çevresel ve genetik etkilerini de incelemiştir. Araştırma sonuçları, kişisel standartlar ve hata yapmaya yönelik endişenin ortak genetik etkileri, bir işe başlarken şüphe duyma ve hata yapmaya yönelik endişenin ise ortak çevresel etkileri paylaştığını göstermektedir.

Hangi Sorunları Yaşayan Kişilerde Mükemmeliyetçilik Özelliği Görülebilir?

  • Endişe ve yaygın anksiyete bozukluğu
  • Obsesif kompulsif bozukluk
  • Sosyal kaygı
  • Yeme bozuklukları
  • Bulimia nervoza
  • Anoreksiya nervoza
  • Vücut dismorfik bozukluk
  • Kronik yorgunluk
  • Depresyon ve intihar düşünceleri
  • Öfke

 

Mükemmeliyetçiliği İşlevsel Sınırlarda Tutmak İçin Neler Yapılabilir?

1. Öncesinde yapabildiğiniz ama artık hata yapmaktan veya başarısız olmaktan korktuğunuzdan dolayı yapmayı ertelediğiniz işleri tekrar yapmak için kendinize bir program oluşturun ve küçük hedefler belirleyerek işlerinizi yeniden yapabilmek için harekete geçin.

2. Mükemmel olamamaktan ve eleştirilmekten korkmayın. Herkes hata yapar, kusursuz değildir. Ayrıca genellikle eleştiriler korkulan kadar sert olmaz. Kendinize çok da iyi olmadığınız ya da yeni başlayacağınız görevler yaratın. İnsanların tepkilerini görün (sunumda kısa bir konuşma yapmak, yeni bir enstrüman çalmak ve bunu başkalarına dinletmek vb.).

3. Bilerek, telafisi olan ve sizi zarara sokmayacak küçük hatalar yapın (örneğin, marketin önünde durup görevliye marketin nerede olduğunu sormak gibi). Hata yaparak, sizin için başınıza gelebilecek en kötü durumun içinde kalıp bunun nasıl olacağını deneyimleyebilirsiniz.

Klinik Psikolog Zeynep Güzeler Aydemir 

 

Referanslar

1.Antony, M. M. (2015). Cognitive-behavioral therapy for perfectionism. Anxiety and Depression Association of America.

2.Terry-Short, L. A., Owens, R. G., Slade, P. D., & Dewey, M. E. (1995). Positive and negative perfectionism. Personality and Individual Differences, 18(5), 663–668.

3.Atasoy, P. Ç. (2010). Mükemmeliyetçilik. Boğaziçi üniversitesi öğrenci rehberlik ve psikolojik danışmanlık merkezi.

4.Tozzi, F., Aggen, S. H., Neale, B. M., Anderson, C. B., Mazzeo, S. E., Neale, M. C., Bulik, C. M. (2004). The Structure of Perfectionism: A Twin Study. Behavior Genetics, 34(5), 483–494.

 

Çocuklarda Sorumluluk Bilinci Geliştirme

      Sorumluluk, bireyin kendi tercih ve davranışlarının sonuçlarını fark etme ve kabul etme becerisi olarak tanımlanabilir. Bu beceri, bireyin büyüme ve gelişim sürecinin önemli bir parçasıdır ve ilk olarak aile içinde, sonrasında ise sosyal çevrede öğrenilerek gelişir.

      Sorumluluk duygusu ile özgüven arasında güçlü bir ilişki vardır. Çocuklar, kendi ihtiyaçlarını karşılayabildiklerini fark ettikçe özgüvenleri artar ve çevresindeki yetişkinlere olan bağımlılıkları azalır. Bu fırsatı bulamayan çocuklarda ise yeterlilik ve özgüven duygusu sınırlı kalabilir. Sorumluluk alma becerisini geliştiremeyen çocuklar, ödevlerini unutan, eşyalarını düzenlemekte zorlanan ve her konuda birilerinden onay ya da destek arayan bireyler haline gelebilir.

      Beceriler kullanıldıkça gelişir; bu nedenle ebeveynlerin, çocukların gelişim dönemlerine uygun sorumluluklar üstlenmeleri için fırsat tanıması önemlidir. İlk başta zorlanan bir çocuk, zamanla becerilerini geliştirdikçe başarma duygusunu yaşayarak özgüvenini pekiştirir. Ayrıca, çocuklara sorumluluk bilinci kazandırmada en etkili yöntemlerden biri, ebeveynlerin model olmalarıdır. Çocuklar gözlem ve taklit yoluyla öğrenirler; bu nedenle ebeveynler sorumluluklarını aksatmadan yerine getirdiğinde çocuk da aynı tutumu benimseme eğilimi gösterir.

      Çocukların sorumluluk bilinci geliştirmesinde, davranışlarının sonuçlarını yaşamalarına izin verilmesi de önemlidir. Ebeveynler, koruma içgüdüsüyle hayatı çocuklar için kolaylaştırmaya çalışabilirler; ancak bu tutum, çocuğun uzun vadede sorumluluğun sonuçlarını görmesini ve özgüven kazanmasını engelleyebilir. Korumacı tutumun yanında "mükemmeli beklemek" de bir engel oluşturabilir. Çocuklar bir beceriyi öğrenirken, zaman ve ebeveynlerin sabrına ihtiyaç duyarlar. Örneğin, yemek yemeyi öğrenen bir çocuğun dökmesi normaldir. Eleştirel veya sabırsız bir tutum sergilemek, çocuğun sorumluluk alma sürecini olumsuz etkileyebilir.

       Çocuklara sorumluluk bilinci kazandırmak, yalnızca bireysel gelişimlerine değil, aynı zamanda toplumla sağlıklı bir etkileşim kurmalarına da katkı sağlar. Erken yaşta edinilen bu beceriler, bireyin sosyal çevresiyle uyumlu ilişkiler kurmasını, kendi kararlarının sonuçlarını üstlenmesini ve başkalarına saygı göstermesini sağlar.

 

 

                                                                                                                                     Psk. Ebrar ÜNLÜ

Ergenlik Döneminde Yaşanan Temel Sorunlar Nelerdir?

Ergenlik Döneminde Yaşanan Temel Sorunlar Nelerdir?

Ergenlik dönemi, bireylerin fiziksel, duygusal ve sosyal açıdan büyük değişimler yaşadığı, karmaşık ve önemli bir gelişim evresidir. Bu dönemde karşılaşılan zorluklar ve çatışmalar, gençlerin ruh sağlığını ve genel yaşam kalitesini etkileyebilir. Ergen terapisi, bu süreçte gençlerin karşılaştığı çeşitli sorunları ele alarak, sağlıklı bir yetişkinliğe geçiş yapmalarına yardımcı olmayı amaçlar. İşte ergen terapisinde karşılaştığımız temel sorunlar:

 

1. Ergenler duygusal dalgalanmalar yaşayabilir.

Ergenlik dönemi, yoğun duygusal değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Gençler, bu süreçte duygusal iniş çıkışlar, kaygı, depresyon ve öfke gibi duygusal sorunlar yaşayabilirler. Terapide, gençlere duygusal farkındalık kazandırmak ve duygusal düzenleme becerilerini geliştirmek amaçlanır. Bu, gençlerin duygularını tanımalarına, kabul etmelerine ve sağlıklı bir şekilde ifade etmelerine yardımcı olur.

 

2. Ergenler bu dönemde kim olduklarına dair kafa karışıklığı yaşayabilir.

Ergenlik, kimlik arayışının yoğun olduğu bir dönemdir. Gençler, kim olduklarını ve toplumda nasıl bir yer edineceklerini keşfetmeye çalışırken, benlik saygıları ve özgüvenleri de bu süreçte önemli bir rol oynar. Terapi, gençlerin kimliklerini ve değerlerini keşfetmelerine yardımcı olurken, benlik saygılarını artırmalarına da destek olur. Bu süreçte, gençlerin güçlü yanlarını fark etmeleri ve kendilerini oldukları gibi kabul etmeleri teşvik edilir.

 

 3. Ergenler sosyal ilişkilerinde problemler yaşayabilir.

Ergenler, arkadaşlık ilişkileri ve romantik ilişkiler gibi sosyal etkileşimlerde zorluklar yaşayabilirler. Bu dönemde ergenler, daha fazla arkadaşlarıyla zaman geçirmek isteyebilir ama sosyal kaygı, kabul edilmeme korkusu, akran zorbalığı bu dönemde en çok karşılaştığımız durumlardandır. Uzun vadede etkisi en kritik sorunlardan bir tanesidir ve profesyonel destek şarttır.

Terapide, gençlerin sağlıklı ve olumlu ilişkiler kurmalarına yardımcı olacak iletişim becerileri üzerinde çalışılır. Bu beceriler arasında empati, aktif dinleme, duygusal ifadeler ve çatışma çözme stratejileri bulunur.

 

4. Ergenler bu dönemde akademik alanda zorlanabilir.

Ergenlik döneminde, okul başarıları ve akademik performans da oldukça önemli bir konudur. Gençler, sınav kaygısı, odaklanma sorunları, düşük motivasyon ve öğrenme güçlükleri gibi akademik zorluklarla karşılaşabilirler. Terapi, bu sorunları ele alarak, gençlerin akademik hedeflerine ulaşmalarına yardımcı olacak stratejiler geliştirmelerine destek olur. Bu süreçte, zaman yönetimi, çalışma alışkanlıkları ve stresle başa çıkma teknikleri de öğretilir.

 

5. Ergenler bu dönemde riskli davranışlarda bulunabilir.

Ergenler, isyankâr davranışlar, kuralları ihlal etme, madde kullanımı ve diğer riskli davranışlar sergileyebilirler. Terapide, bu davranışların altında yatan nedenler araştırılır ve gençlerin daha sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmelerine yardımcı olunur. Bu süreçte, gençlerin problem çözme becerileri ve öz-kontrol becerileri de güçlendirilir.

 

6. Ergenler aile problemleri yaşayabilir.

Ergenlik döneminde aile içi çatışmalar ve ebeveyn-çocuk ilişkilerinde gerilimler yaşanabilir. Terapide, aile üyeleri arasındaki iletişimi ve anlayışı geliştirmek amaçlanır. Aile terapisi, ebeveynlerin ve çocukların birbirlerini daha iyi anlamalarına ve iş birliği yapmalarına yardımcı olur. Bu süreçte, aile içi rollerin ve sınırların belirlenmesi ve aile üyelerinin duygusal ihtiyaçlarının karşılanması önemlidir.

 

7. Ergenler geleceğe dair kaygılanabilir.

Ergenler, gelecekleri hakkında belirsizlikler ve kaygılar yaşayabilirler. Üniversiteye giriş, kariyer seçimi ve bağımsız bir yaşam sürme gibi konular gençler için stres kaynağı olabilir. Terapide, gençlerin geleceğe yönelik hedefler belirlemelerine ve bu hedeflere ulaşmak için stratejiler geliştirmelerine yardımcı olunur. Bu süreçte, gençlerin ilgi alanları ve yetenekleri doğrultusunda kariyer planları yapmaları teşvik edilir.

 

Ergen terapisi, gençlerin bu kritik gelişim döneminde karşılaştıkları çeşitli duygusal, sosyal ve davranışsal sorunları ele alarak, sağlıklı bir yetişkinliğe geçiş yapmalarına destek olur. Terapi, gençlerin duygusal düzenleme, kimlik geliştirme, sosyal ilişkiler, akademik başarı, davranış yönetimi, aile ilişkileri ve gelecek kaygıları gibi temel konularda beceriler kazanmalarına yardımcı olur. Bu süreçte, terapistlerin gençlere güvenli bir ortam sunarak, onları anlamaya ve desteklemeye yönelik bir yaklaşım benimsemeleri önemlidir.

Oyunun Gücü

OYUNUN GÜCÜ

Çocuğunuzun sağlıklı bir şekilde büyümesi için fiziksel bakım, beslenme, sevgi ve ilgi ne kadar gerekliyse oyun da bir o kadar gereklidir. Ebeveynler nasıl işe gidiyorsa, çocukların da temel işi oyun oynamaktır. Çocukların gözünden baktığımızda onların dünyasında en önemli iş oyun, oyuncaklar da bu işin en önemli araçlarıdır. Çocuklar birçok düşünce ve duygusunu oyun yoluyla dışa vurur, kendilerini bu şekilde ifade ederler. Aynı zamanda oyun, çocuklar için yalnızca eğlenceden ibaret bir faaliyet değil, gelişimlerinin temel taşlarından biridir. Çocuklar oyun aracılığıyla dünyayı keşfeder, yeni şeyler öğrenir ve sosyal beceriler geliştirir. Garry Landreth’ın da dediği gibi: “Kuşlar uçar, balıklar yüzer, çocuklar oynar.”

 

Oynayın, bağ kurun.

Çocuklarıyla oyun oynayan ebeveynler, onlarla daha güçlü bir bağ kurar ve onların gelişimine önemli bir katkıda bulunurlar. Bu oyunlar esnasında çocuk kendi dünyasını ebeveyniyle paylaşır ve güven duygusu gelişir.

 

Oynayın, iletişimi arttırın.

Oyun esnasında çocukla ebeveyn arasında doğal bir iletişim ortamı oluşur. Çocukların dili oyuncaklar olduğu için hem dil becerisi gelişir hem de ebeveyn ve çocuk birbirini daha iyi anlar.

 

Oynayın, çocuğunuzun duygularını görün.

Çocuklar duygularını oyun sırasında ifade ederler ve yaşadıkları birçok zorluğu oyuna dökerek anlatırlar. Oyun, onların duygularının görüldüğü güvenli bir alan olur. Ebeveynler oyun sırasında çocuğun duygusal ihtiyaçlarını daha iyi fark edip onlara destek olabilirler.

 

Oynayın, yeni şeyler öğretin.

Ebeveynler oyun aracılığıyla çocuklara istediği birçok şeyi öğretebilir. Bu çocuğun hiç istemediği bir kural da olabilir, hep merak ettiği uzayla ilgili bir oyun da olabilir. Çocuklar oyun yoluyla problem çözme, hayal gücü, yaratıcılık, sosyal beceriler ve motor beceriler gibi birçok alanda kendilerini geliştirirler.

 

Oynayın, hem çocuğunuz hem siz rahatlayın.

Oyun, hem çocuklar için hem ebeveynler için stres ve kaygıyı azaltan önemli bir aktivitedir. Oyun sırasında rahatlar, keyif alır, bedende birikmiş birçok duyguyu dışarıya dökeriz. Yapılan son araştırmalar gösteriyor ki insan beyni oyun oynamak için tasarlanmış ve birikmiş stresi oyun yoluyla atabiliyor.

 

Oynayın, onunla birlikte olun.

Oyuna aktif katılım, çocuğun başkaları tarafından görüldüğünü en çok hissettiği anlardan bir tanesidir, hatta en çok hissettiği andır. Onunla birlikte oyunda olmanız çocuğu değerli ve önemli hissettirir.

 

Oynayın, oyunu rutinleştirin.

Günlük rutinin bir parçası haline gelince oyun, çocuğun duygularını düzenli olarak ifade ettiği bir zaman dilimi olur ve çocuk bu zamanın gelmesini beklerken sabretmeyi öğrenir.

 

Oynayın, esnek olun.

Çocuklar bazen kuralları değiştirmek isteyebilir, esnek olun. Eleştirel olmaktan kaçının ve onun çabalarını takdir edin.

Kolektif Bilinçdışı

Analitik Psikolojinin kurucusu olan Carl Gustav Jung, 1975 yılında Isviçre'de doğdu. 1895 yılında Basel'de tıp eğitimi gördü ve 24 yaşına geldiğinde ise psikiyatride karar kıldı.

Mutsuz bir ailenin çocuğu olan Carl Jung yalnız ve içe dönük bir çocukluk geçirdi. Jung, duygu ve düşüncelerini kendine saklar, aklını meşgul eden şeyleri kendinden başka kimsenin daha iyi

anlayamayacağını düşünürdü. Bu kişiliği kendi kuramının çektirdiğini oluşturmuş diyebiliriz.

1906 yılında ise Freud ile tanışır ve düzenli olarak mektuplaşmaya başlar.

Ancak 1909 yılında ABD’ye seminer vermek üzere giden Freud ve Jung arasında yavaş yavaş gerginlik havası tırmanmaya başlar. Bu gerginliğin artması ile Jung yolları ayırır ve daha sonrasında adına Marvin Goldweth Yaratıcı Hastalık Dönemi dediği bir sürece girer. Bu dönemde kendi içsel yolculuğuna çıkar.Küçük yaşta kaybettiği Tanrı inancının yerine, içerideki Tanrı’yı keşfeder, bunu psişe (kişiliğin tümü) modelinin göbeğine oturtur. Jungcu psikolojide ise bir kişinin Psişesi (Psyche’ı) onun düşüncelerini, davranışlarını, duygularını ve hislerini kapsayan tüm kişiliği olarak düşünülebilir. Jung, Psyche’ı 3 alana ayırıyor. Bilinç, Kişisel Bilinçdışı ve Kolektif Bilinçdışı.

Bilinç, bireyin çevreye dönük tarafıdır. Birey kendisi ve çevresiyle farkındalık seviyesinde olduğu bir ilişki içindedir. Psişe’nin doğrudan birey tarafından bilinen kısmıdır. Merkezinde ise Ego vardır. Ego bilincin öznesi konumundadır.

Kişisel bilinçdışında, unutulmuş hatıralar, bastırılmış duygular, yaşantılar ile bilinç düzeyine çıkamamış olan algılamalar ve bilinç düzeyi için henüz olgunlaşmamış içerikler yer almaktadır.

Kolektif Bilinçdışı ise öznel algılamaların olmadığı, kalıtımsal, atadan miras bir beyin yapısı, bütün insanların, hatta hayvanların bile paylaştıkları bir ortak miras, bireysel ruhun temeli olarak tanımlanmaktadır.

Kolektif bilinçdışı daha çok dünyanın başlangıcından bu yana yaşamış tüm insanlığın verdiği ortak tepkiler ve davranışlar demek olarak da söylenebilir.

Kolektif bilinçdışı en eski ilkel toplumsal dönemlerin kalıntıları olarak bireylerin belleklerine yansıyabilir ve çağdaş insanın yaşantılarında kalıcı izler bırakabilir. Jung bu anlamda kolektif (ırksal) bilinçdışını bir arketip olarak tanımlamıştır.

Arketipler; doğum, yeniden dünyaya geliş, ölüm, güçlülük, sihir, kahraman, çocuk, akıllı ihtiyar, toprak ana, dev gibi imgeler; ağaçlar, güneş, ay, rüzgâr, ırmak, ateş ve hayvanlar gibi doğal objeler; yüzük ve silah gibi insan yapısı objeler sayılabilir.

Arketipler evrenseldir

Arketipler, insanların bellek imgeleri gibi canlı görüntülere sahip değildir. Özgü bir şeması yoktur. Ancak gerçek dünyada bir karşılığı bulunduğunda, bu belirsiz imgeler canlı ya da cansız varlıklara dönüşürler.

Bir başka deyişle, her insan aynı temel arketip imgelerine sahiptir. Hatta bazı arketipler kişiliğin oluşumunda çok önemli bir rol oynadıklarından Jung onlara özel bir yer verir: persona, anima ve animus, gölge ve ben.

Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının taktıkları maske anlamına gelir. Analitik psikolojide bu sözcük, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması anlamına gelir. Bir başka deyişle, persona toplumun onayını sağlamak amacıyla insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da takındığı kimliktir. İnsanın dışa dönük kısmıdır.

İnsanın içedönük kısmı ise erkeklerde anima, kadınlarda animus diye adlandırmıştır. Anima arketipi erkek psişesinin kadın yönü, animus arketipi ise kadın psişesinin erkek yönüdür.

Bilinçdışındaki diğer arketipleri ve arketiplerin bilince erişimini düzenleyen ve örgütleyen ben arketipi, kişiliğin bütünleşmesini sağlar. Bir insanın kendisini uyum içinde hissedebilmesi ben arketipiyle ilgilidir.

Kişilerin cinsiyetini temsil eden ve hemcinsleriyle olan ilişkisini düzenleyen arketip gölge olarak tanımlanmıştır. Jung’a göre toplumsal yönün sürdürülmesi için gölge, persona tarafından bastırılmalıdır. Bunun nedenini ise gölgeyi içgüdüsel ve ilkel tarafta, güçlü ve tehlikeli bulması olarak açıklamıştır.

’Bilincimize çıkaramadığımız şey, hayatta karşımıza yazgı olarak çıkar.’’ 

Bu teoriye göre birinin aklından geçen bir düşünce o andan sonra insanlığa ait bir düşünce oluyor ve kişi bunu dillendirmese de bu düşünce dünyanın başka bir yerindeki bir kişinin ortaya attığı bir düşünce olarak karşımıza çıkabiliyor.

İnsanların sahip olduğu Psyche, başka bir Psyche ile fiziksel veya metafiziksel olarak temasa geçtiği anda mucizevi bir dönüşüm başlıyor. 

Bunu Butterfly Effect teorisine de benzetebiliriz. İnsanların sadece düşünerek bile başka birine etki edebileceğini söylüyor Jung. Belki de telepati denen şey bu sayede vardır. 

Dünya üzerinde aynı davranışı birbirinden habersiz, bağlantısız eş zamanlı sergileyen insanlarız aslında. Buna biraz düşününce pek çok örnek verilebilir. Bilimsel bir kanıt niteliğinde olmamakla birlikte, “Evet, belki de vardır kolektif bilinçdışı denen şey,” diyebilmek için yeterli sayıda olay mevcut. Silgiyi kalemle delmek, Telefonla konuşurken evi turlamak, gece ışığı kapatıp karanlıkta odaya koşmak, meyveli yoğurt paketinin kağıt ambalajını yalama isteği, kapı pervazlarına tırmanmak, minderlerden çadır kurmak, yerler de lav var diye hayal edip zıplamak… Bunlar tüm insanların ve çocukların birbirinden öğrenmeden ve bağımsız şekilde sergiledikleri davranışlar. Özellikle son saydığım 3 tanesi biraz da avcı toplayıcı ataları taklit ediyor gibi bir izlenim veriyor gibiydi. 

Genel olarak, bu kanıtlanmış bir şey değil. Ama 100 Maymun fenomeni ve KÜLTÜR, KOLEKTİF BİLİNÇDIŞI VE SEMBOLLER: MİYAZAKİ VE ‘RUHLARIN KAÇIŞI’ ÜZERİNE BİR İNCELEME adlı makale, bunun varlığına tam olmasa da umut vaad eden bir şekilde inanmamı sağladı.

Kim bilir, zihnin karanlık tarafları bir gün keşfedildiğinde ve gerçekten bir kolektifliğin varlığı saptanırsa, insanların tepki ve davranışları daha kolay mı tahmin edilebilir olur?

Yoksa hala çelişki taşıyan irade kavramını tamamen yok mu eder? 

Kutsal metinler, yazıtlar, öğretiler, ilk felsefeciler; burada bahsedilen ortak bir şey var: Tek bir yerden gelmek. Toprak, su, insan, bir ata, bir ruh, bir tanrı, bir melek. İbn-i Haldun’dan Darwin’e kadar, Dünya evrimine dair yazılmış kuramlarda hep bir ortak atadan bahsediliyor. Özümüzde bir yerlerde bir hurma ağacı veya bir fareyle aynı şeyi taşıyoruz. Bu inanç çok absürd duruyor başta ama evrim kaosuna daldıkça bir sarı çiçeğe kardeşim diye sarılabilir insan. 

Ben bu ortaklığın, kolektif bilinçdışını da barındırdığını düşünüyorum. Bu gün bir kelebeğin kanat çırpışının dünyanın öbür ucunda bir fırtına yaratması gibi, bu gün aklımdan geçen bir düşüncenin başka bir yerde birisini etkilemesi muhtemelen birbirine çok yakın şeylerdir.

 

Makale ve 100 Maymun Fenomeni

  • https://www.reyhanildas.com/100-maymun-fenomeni/
  • https://dergipark.org.tr/tr/pub/erciyesiletisim/issue/27688/291905

 

Psikolog İrem Sena YÖRÜMEZ

Ebeveyn Tükenmişliği

EBEVEYN TÜKENMİŞLİĞİ

Ebeveyn tükenmişliği, şiddetli ve kronik olarak ebeveynlerin başa çıkma kaynaklarını bunalttığında ortaya çıkar. Bu tükenmişlik her ebeveynin yaşadığı günlük stresten farklıdır. Destek eksikliği, sosyal izolasyon, finansal güvensizlik gibi koşullar ebeveyn tükenmişliği için risk faktörleridir.

Ebeveyn Tükenmişliğinin Dört Boyutu ;

1)Duygusal Tükenme

 Ebeveynlik rutinlerinde aşırı yorgunluk deneyimi ve ebeveynlik görevlerini düşünmenin bile gergin hissetme ile ilişkili olduğu duygusal olarak tükenmiş bir durum ile karakterize edilen ebeveyn rolü ile ilgili ezici duygusal tükenmedir.

2) Duygusal Uzaklaşma

Birinin çocuklarından duygusal olarak uzaklaşmasıdır. Yorgunluğun bir sonucu olarak, ebeveynler çocuklarıyla daha az ilgilenir, daha az sıcaklık ve hassasiyet gösterirler. Etkileşimleri sıradan günlük sorumluluklarla sınırlıdır.

3)Bıkmış Hissetme

Ebeveynler ebeveynlik rolünde zevk kaybı ve bıkkınlık hissi yaşarlar.

4) Ebeveyn Benliğinde Zıtlık

Ebeveynin tükenmeden önceki hali ile dönüştüğü ebeveyn arasındaki karşıtlıktan oluşur.

Bu Sendroma Yakalanmamak ya da Başa Çıkmak İçin Neler Yapılabilir?

  1. Kişisel ihtiyaçlarınızın listesini çıkartıp ertelemek yerine bunları nasıl karşılayacağınızı planlayabilirsiniz.
  2. Hem duygusal hem işlevsel olarak yanınızda bulunabilecek bir sosyal destek ağı oluşturarak yükünüzü azaltabilirsiniz.
  3. Sizin için risk faktörleri oluşturabilecek maddeleri bulup üzerinde çalışabilirsiniz.
  4. Kendinizi mükemmel ebeveyn olamamakla suçlamayıp,  kendinize şefkat gösterebilirsiniz. Mükemmel olmak yerine yeterince iyi olmayı hedefleyebilir, gerçekçi beklentiler oluşturabilirsiniz.
  5. Yaşadığınız zor anlarda kendiniz için bir cümle belirleyebilir ve o zorlu anlarda o cümleyi tekrar ederek kendinizi rahatlatabilirsiniz.
  6. Her ebeveynin farklı şartlar altında olduğunu kimin daha iyi ebeveyn olduğunu bilemeyeceğinizi kendinize hatırlatarak kendinizi diğer ebeveynler ile kıyaslamayı engellemeye çalışabilirsiniz.
  7. Bireysel danışmanlık, psiko-eğitim programları gibi farklı kaynaklardan yararlanarak stresle mücadele ve duygu düzenleme becerilerinizi geliştirebilirsiniz.

 

PSİKOLOG EBRAR ÜNLÜ

Çocuklarda Özgüven

Çocuğumun Özgüvenini Nasıl Arttırırım?

Çocuklarda Özgüven

Çocuklarda özgüven doğumla birlikte gelişmeye başlayan, çevrenin etkisiyle şekillenen bir olgudur. Yaşamın ilk yıllarında özgüveni geliştiren en önemli faktör anne baba tutumlarıdır. Anne babanın çocuğa verdiği mesajlar özgüveni geliştirebilir, aynı zamanda eksiklik de yaratabilir. Anne babadan sonra öğretmen ve daha geniş çevre özgüveni desteklemeli, gelişmesine yardımcı olmalıdır.

Elbette kimse çocuğunun özgüveninin eksik olmasını istemez. Zaman zaman otomatik davranışlar, kendi ebeveynlerimizden gördüğümüz ebeveynlik tutumları ile istemeden de olsa çocuğun özgüvenini olumsuz yönde etkileyebiliyoruz.

İçedönüklük ve özgüven

Öncelikle bir çocuğun içedönük olması özgüveninin eksik olduğu anlamına gelmeyebilir. Doğuştan gelen mizacımız var. Bazılarımız mizacı daha içedönük bazılarımızda daha dışadönük olabilir.

Her ikisinin de avantajları vardır.

Dışadönük çocuklar daha sosyal alanlarda başarılı olabilirken, içedönük çocuklar sanat alanında başarılı olabilir.

Özgüven eksikliği, çocuğun içedönüklüğünün, işlevselliği bozduğu anlamına gelir.

Örneğin; çocuk akranları göre daha sakin, sosyal olarak daha az kişiyle ilişki kuran bir yerde. Fakat ihtiyaçlarını dile getiriyor. Bu durum içedönüklüktür ve bu desteklenmesi gereken bir şey diyemeyiz.

Bir diğer çocuk, akranlarıyla iletişim kurarken zorlanıyor, yetişkinlere ihtiyaçlarını söylerken çekiniyor, genel olarak sessiz kalıyorsa burada özgüveni desteklememiz gerekir.

 

Özgüveni nasıl destekleriz?

Öncelikle çocuğun utanç anlarında; yapmakta, söylemekte zorlandığı zamanlarda onu desteklemek adına kurduğumuz baskı onları daha da utandırabilir. Üstünde bir baskı hissedebilirler. Yapamadıkları için de yetersiz hissedebilirler.

Neleri yapamadıklarına değil, neleri yapabildiklerine odaklanalım. Onların güçlü olduğu alanlarda onlara destek olmamız çok daha işlevsel olacaktır. Yapabildiklerini onlara hatırlatmış oluruz. "Bu resim harika, çok güzel bir hayal gücün var." "Bu ihtiyacını bana söylediğin için teşekkür ediyorum." "Tam da buna ihtiyacım vardı, nasıl anladın?"

 

Çekindikleri anlarda onlara minik minik destek olabiliriz. "Bu resmi bana anlatmak ister misin? Peki, anlatmak istemedin. Ben biraz incelemek istiyorum. Çok beğendim. Daha sonra istersen, seni dinlemek çok isterim." "Sanırım arkadaşın seni rahatsız etti, bu konuda ne yapabilirsin? Rahatsızlığını söylerken sana eşlik edebilirim."

 

Onların her an yanında olduğumuzu hissettirmek güven verir. Meselemiz özgüveninin eksik oluşu değil, bizim nasıl destek olacağımız olmalıdır.

 

 

Psk. Gizem ÖZYÜREK

Öfke

İçimdeki Yanardağ

"Şu an nasıl hissediyorum?" Kendimize çok nadir sorduğumuz bir soru, öyle değil mi? Duygularımızla temasımız bu kadar azken çocukların duygularını düzenleme konusunda zorlanmamız da normal.

Kendi çocukluğumuzdan getirdiğimiz parçalarla belki neşe, heyecan, keyif, merak gibi duygularda zorlanmıyoruz da öfke, üzüntü, kıskançlık gibi duygularda zorlanıyoruzdur. Çünkü 'Buna üzüldüğünü görüyorum.' yerine 'Bunda ağlayacak ne var?' ile büyüdük. 'Bu konuda öfkelendin.' yerine 'Anneye/babaya geri cevap verme.' ile büyüdük. Bugün de ebeveyn olarak bu duyguları kabul edip düzenleme konusu doğal olarak zorlaşıyor.

Anne babalardan 'Odana git, ağlaman bitince gel.' cümlesini çok duyuyorum. 'Odana git, kahkahan bitince gel.' dememişizdir elbette. Neşeli anlarını kabul ediyorum, üzgün ve öfkeli anlarını kabul etmiyorum. Peki çocuk öfke anlarını tek başına düzenleyebilir mi? Elbette hayır. Burada regüle olmak, duygularını düzenleyebilmek için bir yetişkine ihtiyaç duyuyor.

O halde öfke anlarını düzenleyebilmek için ilk adım; duyguyu kabul etmek.

'Öfke kontrolü' mümkün olan bir şey değildir. Duygular kontrol edilebilen şeyler değildir. Bizler davranışlarımızı kontrol edebiliriz. Zaman zaman davranış kontrolünde de zorlanırız. Çocuklar yetişkinlerden çok daha haz odaklı olduklarından onların davranış kontrolü çok daha zordur. 'Öfkelendiğinde arkadaşına vuruyor.' Evet çünkü aklına ilk bu geliyor. İlkel beyin kendini savunmak için üç şey yapar; savaş, don veya  kaç. Bazı çocuklar donar, bazıları kaçar, bazıları da savaşır. Arkadaşı oyuncağını aldığında yapacağı ilk şey onu itmek, çığlık atmak, ısırmak olabilir. Bu öğrenilmiş bir şey değildir. 'Evimizde şiddet hiç yok, çok şaşırıyorum vurmasına.' Tam da burada bunu söyleyebilirim. Çocuk vurmayı öğrenmiyor. Savaşmak ilkel beynimizde var. Öyle ki bazı yetişkinler de gelişmiş (Prefrontal korteks) beyinleri yerini ilkel beyinleriyle hareket edip, şiddet uyguluyorlar.

Çocukların bu davranış ve duygularını kabul etmeliyiz. Kabul etmek 'arkadaşlarına vursun, istemediği olduğu zaman bana vursun.' demek değil elbette. Bunu çocuğun artık hangi ihtiyaçtan yaptığını biliyoruz demektir ve burası çok ta  önemli. Çünkü bu anlarda kendi regülasyonum devreye giriyor. Çocuk için bunun normal olduğunu bilmezsem, çok daha hızlı tetiklenip yetişkin olarak ben de öfkeleniyorum. Şunu bilelim ki, regüle olmayan bir ebeveyn çocuğu regüle edemez. O nedenle bu öfkenin getirdiği şiddetli davranışın; anneden babadan öğrenmediği, arkadaşlarından öğrenmediği, ilkel beyinin bir savunma yöntemi olduğunu hatırlayalım. (Elbette öğrenilen şiddet de vardır. Elini yumruk yapan bir çocuk, bunu öğrenmiş olabilir. Yine burada da kendini savunma yöntemi olarak bunu seçtiğini kabul edip, bununla ne yapacağımıza bakmalıyız.)

İkinci adım olarak davranışı kabul ettik. Elimizde normal olan bir öfke ve şiddet var. Peki ebeveyn olarak ben ne yapacağım?

Ona öfkelenmenin normal olduğunu, yaşanabilir duygu olduğunu, öfkeyi kabul ettiğimi, arkadaşına vurduğunu kabul etmediğimi anlatmalıyız. Bu adımlarda regülasyonu unutmayalım.

Önce regülasyon ardından sınır

Bir örnekle gidelim. 'İkinci çikolata isteğine hayır dendiği için, anneye vuran çocuk.'

Benim ikinci çikolataya hayır deme halim nasıl? Çocuğun ikinci çikolatayı istemesi normal mi? Evet. Bunları düşünerek kendimi regüle ediyorum.

Duygu, düşünce ve davranış yansıtması: İkinci çikolatayı istediğini biliyorum. Sen bu çikolatayı çok seviyorsun. Henüz yetmediğini hissediyorsun.

Sınır: Sağlığın için ikinci çikolatayı veremem.

Buraları düzenli yapmamız çok önemli. Burada bir çocuğa sadece ikinci çikolatayı yiyemeyeceğini öğretmiyoruz. Sınır öğretiyoruz.

Ardından gelen ağlama ve öfke nöbetleri olabilir.

Regülasyon için: Çok istiyordun. Ben hayır dediğim için çok sinirlendin.

Ardından gelen vurma istediği.

Regülasyona devam: Çok öfkelendin. Bana vurmak istiyorsun.

Sınır: Bana vuramazsın. Kendimi korumak istiyorum.

Bu sözel sınırın yanında davranış olarak da sınır gelebilir. Kollarını tutabilirsiniz.

Sınır: Kollarını tutuyorum. Bana vurmanı istemiyorum.

Bu sınırlarda siz regüle bir yerdeyseniz, o da sınır alacaktır. Değilseniz, öfke ile bu sınırları koyarsanız, çocuklar o savaşı kazanırlar.

Şunu unutmayalım, hiç bir duygu sonsuza kadar sürmez. Elbette sakinleşecek. İlk denememizde 25 dk sürebilir. İkinci deneme, üç, dört... Belki 11. sınır koyma tecrübemizde çocuk ağlamayacak bile.

Çocuklar için önce kendi iyi olma halimiz çok önemli. Önce kendi regülasyonumuz.

 

 

Psk. Gizem ÖZYÜREK

Paylaş